AK Parti iktidarlarının bu ülkeye kazandırdığı en büyük yeniliklerden birinin “askeri-bürokratik vesayeti” ortadan kaldırdığı iddiasıdır. Kaldı ki büyük ölçüde doğru bulurum bu iddiayı; 12 Eylül 1980 darbesi ile 27 Mayıs 1960 darbesinin devamı sayılabilecek askeri diktatörlüğün kalıntıları, 28 Şubat süreci ile 27 Nisan e-muhtırası ve 15 temmuz darbe girişimiyle zirveye ulaşan askeri vesayet, sona erdi.

            Askeri vesayet büyük ölçüde sona ermesine erdi de bürokratik vesayet devam ediyor gördüğümüz kadarıyla.

            29 Temmuz 2024 Pazartesi günü bir suç duyurusunda bulunmak üzere Tokat Adliyesi’ne gittim. En son yine başka bir suç duyurusu için gittiğimde, sanırım en az 3-4 yıl olmuştur, nöbetçi savcı sizi içeriye buyur eder, dinler ve kâtibi çağırarak sizin ağzınızdan bilgisayarda çıktısı alınarak uğurlanırdınız.

            Bu kez öyle olmadı. Bankodaki görevliye suç duyurusu için geldiğimi söyledim, elimdeki dilekçeyi alarak “bekleyin” dedi ve nöbetçi savcının yanına girdi. Sonra dışarı çıktı, “birazdan sizi çağıracaklar” dedi. Ben savcının çağıracağını beklerken, kalemden bir görevli çıktı ve beni çağırdı. “Dilekçenizde yazdığınız şeylere ekleyeceğiniz başka bir şey var mı?” diye sordu. Olmadığını söyledim, yeni bir çıktı aldı, imzalattı ve uğurladı bizi.

            Şaşırdım.

            Şaşırmakla kalmadım, üzüldüm de.

            Kendim için de elbette, ama en çok ülke olarak halimize acıdım, üzüldüm… Savcıların iş yükünün çok olduğunu, adliyelerde biriken dosyaların fazlalığını elbette biliyoruz. Ancak ortada bir yurttaşın adalete başvurusu varsa, bunu savcı dışında kime anlatacak? Savcı şikâyet için, derdine çare bulmak için gelen vatandaşın gözünün içine bakmadan, beden dilini okumadan, onu dinlemeden nasıl olumlu ya da olumsuz bir kanaate varabilecek?

            Halktan kopmak değil mi bunun adı?

            Kaldı ki benim gittiğim gün ve zaman diliminde benden başka suç duyurusu için gelen bir kişi daha vardı, yoğunluk, kalabalık yoktu. Adalete olan güvenin sarsıldığı dönemlerden geçerken, her şeye rağmen “Bu ülkenin savcıları var!” demeye devam ediyoruz oysa. Yine diyoruz, demeye de devam edeceğiz. Adalete güvenimiz sarsılmadan devam etmesine edecek de biraz da buna savcılarımızın özen göstermesi gerekmez mi?

            Mevlâna Celâleddin-i Rûmî “Adalet nedir? Her şeyi yerine koymak. Zulüm nedir? Bir şeyi yerine koymamak, başka yere koymak” demiştir. George Bernard Shaw ise “Kaplan adamı öldürmek isterse adı vahşilik, adam kaplanı öldürmek isterse adı spor olur. Suç ile adalet arasındaki fark da bundan büyük değildir.” der. Ülke olarak yaşadığımız derin ekonomik ve sosyal krizler ortadayken, adaleti yeniden tarif etmeye gerek var mı?

Dolayısıyla adalete olan toplumsal güvenin bir savcının vatandaşa ayıracağı 5 dakika ile bile yerine geleceği unutulmamalıdır.

Kaldı ki biz yine “Gökyüzü düşse de bırak adalet yerini bulsun!” sözünü dillendirmeye, “Bu ülkenin savcıları var!” demeye devam edeceğiz…