Her Ramazan, hep aynı duyguları çağrıştırır: Önkoşulsuz “biz” olduğumuz günlerde; örneğin 30-40 yıl öncesinde, “Komşusu açken tok yatan bizden değildir” anlayışının vücut bulduğu zamanlardaki toplum iklimini hatırlarız çoğumuz. O günlerin sıcak hatıralarıyla hüzünlü bir gülümsemeyi kondururuz yüzlerimize. Mesela semtimiz Sulusokağın “ruhunu kaybetmediği” o günlerin en temel özelliği akrabalık, arkadaşlık ve komşulukta çıkarsız olmak, incelik ve tevazuyla gönüllere dokunmaktı. Bu, hemen hemen her yerde, her semtte böyleydi. İnsanların bireysel ilişkilerine temel edindiği bu yaklaşım, toplumu daha güvenilir ve sağlam yapıyordu.
İftar ve sahur sofralarındaki “sadelik”, o dönemin temel özelliklerindendi. Şimdilerde şatafatlı sofralar kurmayı din adına yapanları gördükçe, ne kadar talihli bir dönemde yetiştiğimizi bir kez daha anlıyorum. Hayatın her alanında “sade” ve “mütevazı” olmayı seçen bir nesil tarafından yetiştirildik. Öyle de yaşamaya devam ediyoruz elimizden geldiğince. Lakin “çoğunluğun” bugün yaşadığı savrulmayı gördükçe üzülmemek de elde değil. Kaldı ki Ramazan, yeme içme ve akşamları sahura kadar eğlenme ayı değil. Bu konuda belki de en güzel yazıyı Dr. Doğu Perinçek kaleme aldı: “Oruç niçin tutuluyor, iftarda ziyafet sofrasına oturmak için mi? Öyle gözüküyor ki Ramazan da özelleştirildi. Kaynakları kendi arasında paylaşan küçük azınlık, ellerindeki televizyonlarla yedi yıldızlı otellerin iftar sofralarını Ramazan’ın iftar sofrası olarak sunuyor. Paylaşmanın dışında tutulanlara ise muhteşem azınlığın iftar sofralarına imrenerek bırakılıyor. Ramazan, özel çıkarcılar tarafından fethedilmiştir. (…) Özel çıkarcılığın diktasının Ramazan’da daha da acımasız hale geldiğini görüyoruz. İftar ziyafetleri ve sadakalar, acıları dindirmiyor, daha da ağırlaştırıyor. Çünkü o ziyafetlerde fakir fukaranın itibarına, saygınlığına, kişi onuruna da el konuyor. Toplum, o iftar ziyafetlerinde sadaka verenler ile sadaka alanlar arasında bir kez daha iki sınıfa bölünüyor. Bu kez bölünme, şerefin paylaşılmasına ilişkindir ve pay alamayanları daha büyük acıların kuyusuna itmektedir.”
Perinçek’in de vurguladığı, “sadaka verenler ile sadaka alanlar arasında iki sınıfa bölünen” toplumu, aralarındaki bu sınıf farkını hiç olmazsa bir aylığına, Ramazan boyunca hissettirmemek mümkün olamayacak belki de. Bizim çocukluğumuzda, yetiştiğimiz dönemlerde, sadaka alanların çoğunu hiç tanımıyorduk bile. Sadaka, fitre ve her türlü yardım öyle incelikli bir davranışla, kimsenin gururu incitilmeden veriliyordu ki bunu kimseler anlamıyordu. Yardımın reklamı olur muydu hiç? Konuşulur muydu? Asla.
Dr. Doğu Perinçek’in deyişiyle; “Ziyafetler, tıksırıncaya kadar yemeler onların olsun, Ramazan’ın paylaşmacı değerleri bizimdir. İnsan sevgisini, toplumla paylaştığımız soframızı, topluma açılan kollarımızı, vericiliği, dayanışmayı, fedakârlığı, elseverliği, o sürüldüğü alanlardan kurtarıp elden ele gönülden gönüle geleceğe taşıyacağız.”
O halde gelin o eski Ramazanlara, o eski nezaket sahipliğine tez elden dönelim.
Bu kokuşmuş ve alçak çağdan, başka türlü kurtulmamız mümkün değil…