Herkesin her şeyi bildiği bir çağdan geçiyoruz.

‘Geçiyoruz’ diyorum dikkat edin. Çünkü kalıcı değiliz ve çoğumuz bunun farkında değiliz.

Siyasetin dostlukları, arkadaşlıkları, komşulukları belirlediği bir dünya burası artık. “Ya bendendir ya da ötekidir” dediğimiz, ayrıştırıp kutuplaştırdığımız, el sıkmak yerine birbirimize yumruk gösterdiğimiz zamanlardan bahsediyorum.

Yani şimdiden.

Yani bugünlerden..

Ve korkarım ki yarınlardan da bahsediyorum…

Oysa bu toplumun genlerindeki iyilik, adalet, yardımlaşma ve güzel ahlak tüm dertlerimizden bizi kurtarabilecek sihirli iksir gibi bir köşede duruyor. Ve kimse de onu yerinden alıp topluma hatırlatmıyor.

Mesela bu şehir… Aziz Tokat…

Adının geçtiği her yerde selama durduğumuz bu topraklarda ‘bile’ siyasetin kirli dehlizlerinin yansımalarını, yaralarını, bizden alıp götürdüklerini nasıl da izliyoruz böyle çaresizce…Cümlenin içinden geçen ‘bile’ en büyük utancımız zaten. Caanım Tokat’ın elimizden kaydığını görmek kadar zor bir şey yok. Yıldırım Beyazıt’ın Tokat’ı zapt ettikten sonra insanlarının yardımlaşma ve dayanışmadaki yarışlarını görünce “Darunnasır”, yani “yardım edenler şehri” demesi tarihin tozlu yapraklarındaki bilgi olarak kaldı sadece. O yardım edenler gitmekle kalmadı sadece, insana, iyiliğe ve güzelliğe dair ne varsa hepsi mazide kaldı sanki.

İşte bu “herkesin her şeyi bildiği” bu çağda görevimiz çok çetin. Bu amansız günlerde doğru bildiğimiz her şeyi yazmayı, konuşmayı ve sürekli belleklerde tutmayı bir vatan görevi olarak sayıp ayakta duracağız. Kim, neyi, hangi amaçla kötülese de doğru kimden gelirse gelsin onu savunmaya, hak bellediğimiz yolda bu ülke ve bu şehir için mücadele etmeye çalışacağız.

Dün bir tarihi eserin önünden geçerken düşündüm bunları. Devasa yapı, görkemli ve heybetli duruşuyla yüzyıllar öncesinden bugüne sanki eğilip bir şeyler fısıldamak ister gibiydi. Kim bilir neleri yaşadı, kimleri gördü, üzerindeki tozlarda hangi hikayeler saklıydı, taşlarına sinen kokularda hangi yüzyılların neşesi, hüznü ve isyanı vardı…

Avlusundaki ağaçlar, kapısındaki heybet, duruşundaki asalet çok şeyi anlatıyordu. Siyasetin her şey demek olmadığını; edep, adap ve ahlak temelinde herkesin el ele vermesi gerektiğini, çünkü 600 yıl dünyaya hükmeden Osmanlı’nın, binlerce yıllık Türk tarihinin, bu temel üzerinde inşa edilerek güçlü bir millet olarak cihana hükmettiğini hatırlatıyordu sanki.

Ve işte o an…

Bu ve bunun gibi yüzlerce tarihi eserin onarımına, restore çalışmalarına ve orijinal halleriyle yaşamalarına öncülük eden Yusuf Beyazıt geldi aklıma. O sessiz, vakur ve yaptığı işleri anlatmayı sevmeyen Beyazıt… O’nun bu şehrin her yerine bıraktığı izler geçmişle bugünün izdüşümü, koskoca bir tarihin yeniden hafızalara işlenmesi ve unuttuğumuz nice değerlerin yeniden hatırlanması anlamına gelir; lakin O yaptıklarını anlatmaz, işin reklamına kaçmaz; Allah, vicdan ve tarih huzurunda görevini yapmış olmanın huzuruyla işine bakar.

O anlatmazsa biz anlatalım; siyaset, parti, ideoloji demeden, Cemil Meriç’in “İzm’ler idrakimize giydirilmiş deli gömlekleridir” sözünü unutmadan, hiçbir “izm’in” gölgesinde kalmadan anlatalım. Yalnız Yusuf Beyazıt’ın tarihi eserlerin ayağa kaldırılmasındaki sessiz devrimini değil, millet ve memleket adına hayırlı işlere kim imza atarsa atsın siyasetine, mezhebine, meşrebine bakmadan anlatalım, yazalım, takdir edelim.

Emin olun o işleri yapanların buna ihtiyaçları yok. Bizim var ihtiyacımız; kendimize gelmemiz, iyiyi, güzeli ve makbul olanı hatırlamamız adına…